18 Temmuz 2015 Cumartesi

El alem ne der?


Anadolu'da yaşayan herkes hayatının bir evresinde muhakkak bu soruya maruz kalmıştır. El alemin ağzından çıkacak sözcükler en çok biz bir şeye karar verdiğimizde değer kazanır. Arkamızdan kurulacak muhtemel cümleler, jest ve mimikler üzerine öngörüde bulunmak için zihnimizi epey bir zaman meşgul ederiz. Çoğu zaman kararımızdan dönmüşüzdür. Eğerlerle başlayan cümleler, sonraları yerini keşkelere bırakır.

Her alanda bizden başarılı olan komşunun çocuğuna hiç bir şey demeyen el alem, kafayı sanki bizimle bozmuştur. Anne-babamızın aklımızın bir köşesine evladiyelik bıraktığı el alem, yaşamımızın geri kalanında her şeyimize karışır.

İşimize, eşimize, evimize, eğlencemize, giyimimize, saçımıza hep o karar verir. Bir süre sonra beceriksizliğimizi bize kabul ettiren el alem, bünyemizi ele geçirerek saltanatına bizi köle yapar.

Yıllar sonra aynanın karşısına geçip, koskoca bir ömrün muhasebesini gördüğümüzde, aslında kendimiz için hiç bir şey yapmadığımızı, her şeyi el alem için yaptığımızı anlarız. Ama ne yazık ki geç kalmışızdır.

Öyleyse şuanda, şu yaşta yani, el aleme kapıyı gösterip, yerine heyecanlarımızı, tutkularımızı ve ideallerimizi içeri alalım.

İşte o zaman hayatımızın bir anlama kavuştuğunu göreceğiz. Dünyanın bizim gördüğümüzden çok daha fazla rengi olduğunu hissedip, mutluluğun gerçek tadının kekremsi olmadığını fark edeceğiz.

Yaşayacağız kendimize, kendimizce



16 Temmuz 2015 Perşembe

ÖZEL OKUL MU, ÖZERK OKUL MU ?

Son yıllarda uluslararası sınavlarda alınan düşük puanların sebepleri üzerine kafa yoran eğitimciler birçok çözüm önerisi sunmuşlardır. Öğretim programlarının yenilenmesi, öğretmen niteliklerinin artırılması, okulların yeniden yapılandırılması bunların başlıcalarıdır.

Bu yazımızda okulun yeniden yapılandırılması üzerinde yoğunlaşacağız. Hantallaşan devlet okullarının işlevini yitirdiği, kendini yenileyemediği, sosyal çevresinin çok gerisinde kaldığı bilinmektedir. MEB bu soruna çözüm olarak,  özel okulları destekleme kararı aldı. Verilen teşviklerle özel okulların sayısının artmasına, öğrencilerin ise buralara kanalize olmasına sebep oldu. Öngörü, rekabetçi bir ortamda niteliğin artacağı yönündeydi. Fakat beklendiğinin aksine tabakalaşmış  bölgesel homojen okullar oluştu.

Çözümü dışarıda değil, içeride aramak gerekir. Deneme tahtasına dönen eğitim sistemimizin en büyük ayağı olan devlet okulları merkeziyetçi anlayıştan dolayı çağın gerisinde kalmaktadır. Devlet okullarındaki merkeziyetçi yönetim;
-Esnek değildir.
-Yetkiyi sınırlandırır.
-İletişimi engeller.
-Bürokrasiyi artırır.
-Katılımcılığı kısıtlar.
-Çözümü göremez.
-Denetimi zorlaştırır.

Oysa birçok AB ülkesinde olduğu gibi okullarımıza belli sınırlar içerisinde özerklik verilse, bu sorunlar büyük oranda aşılacaktır. Çünkü yerinden yönetimlerde;
-Esneklik vardır.
-Yetki paylaşımı vardır.
-İletişim ve etkileşim vardır.
-Yönetime katılım vardır.
-Akışkan bir işleyiş vardır.
-Yerinde çözüm vardır.
-Sahiplenme vardır.
-Şeffaflık vardır.
-Öz denetim vardır.

Özerk okullarda veliler, öğretmenler, öğrenciler, yöneticiler ve uzmanlar yönetime bizzat katılırlar. Ulusal eğitim politikaları çerçevesinde kendi yerel programlarını oluşturup, uygularlar. Sorunlara yerinde çözüm bularak büyümesini engellerler. Bulundukları çevreye sosyal ve kültürel projelerle değer katarlar.

Özerk okullar, görevlendirdikleri ilgili komisyon vasıtasıyla bütçelerini kendileri oluştururlar. Harcamalarını önceliklerine göre yaparak, kaynakları verimli ve etkili kullanır.

Okul, açık bir eğitim alanına dönüştüğü için öğrenciler sosyal çevrenin imkânlarından, okulun etki alanındakiler de okulun imkânlarından faydalanırlar.

Okul kendini çağın şartlarına uygun hale getirmek için sürekli arayış, yenilenme ve gelişme içerisinde olur. Eğitime müdahil olan tüm grupların yönetime katılması nedeniyle istismar, keyfilik ve nemelazımcılık kendiliğinden engellenir. Sahiplenme artacağı için, mezun olanlar ve yerel çevre okuldan bağını koparmaz.

Özel okullara verilen teşvik ve kısmi özerklik devlet okullarına verildiği takdirde büyük bir yenilenme olacağı muhakkaktır. Rekabeti değil de paylaşımcılığı ve işbirliğini esas alan özerk okul yaklaşımı 21.yüzyıl becerilerinin kazanılmasına imkân sağlayacak büyük bir hamle olarak önümüzde durmaktadır.

Ya şimdi dönüşüm başlatacağız, ya da geleceğe seyirci kalacağız…





15 Temmuz 2015 Çarşamba

Dershane mi, Maker Stüdyo mu?

Anayasa Mahkemesi’nin Dershanelerin yeniden açılması ile ilgili verdiği karardan sonra, dershaneler konusu tekrar ülke gündeminin ilk sıralarına yerleşti. Bu yazımızda dershanelerin işlevini nasıl yitirdiğini, inovasyon çağını yakalamak adına nasıl bir dönüşümden geçmesi gerektiğini tartışacağız.

Dershaneler, okulun görevini tam manasıyla yapamaması, sınava dayalı yapılan yerleştirmeler ve dezavantajlı çocukların akranlarıyla arasındaki açığı kısa sürede kapatma ihtiyacından doğmuştur. Başarıyı, çocukların bir soru daha fazla çözmesinde arayan bu kurumlar, ticari kaygıları, cemaatlere eleman temin eden, atanamamış öğretmenleri çok düşük ücretlerde istihdam eden ve çocukları sadece test çözmeye iten yaklaşımları nedeniyle çok eleştirildi.

Sınavlarda dereceye giren öğrenciler üzerinden yapılan reklamlar, toplumsal olarak dershanesiz başarı sağlanamayacağı ön yargısını belleklerimize yerleştirdi. Oysa başarıyı, sadece sınav sonucuna indirgemek, çocuğun kişisel ve sosyal gelişimini göz ardı ederek her şeyimizle bir yarışa odaklanmamıza sebep oldu. Kuşkusuz bu duruma gelinmesinde en büyük pay, eğitim politikalarına yön veren siyasetçi ve bürokratlarındır.

Ülke olarak yaşadığımız bütün sorunların temelinde eğitim yatmaktadır. Girişimci, inovatif, özgür ve özgün düşünen bireyler yetiştirememizin sebebi, ilkokuldan yüksek lisansa kadar çocuklarımızı akademik sınavlara hazırlarken onların ilgilerini, meraklarını, hislerini, farklı fikirlerini, üreticiliklerini, işgücünü ve yaratıcılığını törpülediğimizdendir.

Dershaneler bu ülkenin bir gerçeği değildir, olmamalıdır. Amaç sektöre pazar oluşturmak ise, dershanelerdeki beyin gücü inovasyon için kullanılabilir. Farklı kulvarlarda açılacak olan maker stüdyolar ve uygulama kulüpleri, çocuklarımızın ders dışı faaliyetlerle, ilgi duyduğu alanlarda kendini geliştirmesine, kafasındaki idealleri gerçekleştirmesine,  üretime katılmasına, yaparak yaşayarak öğrenmesine, inovatif fikirlerini ve tasarımlarını gerçeğe dönüştürmesine imkân sağlayacaktır. Alanında uzman eğitimcilerin rehberliğinde, her türlü donanıma sahip platformlarda gelişimci bakış açısıyla inovasyonun temelini atma şansına sahip olacaklardır.

Fikir kulüpleri, basın-yayın kulüpleri, tarım-hayvancılık kulüpleri, kodlama ve programla kulüpleri, robotik kulüpleri, sanat kulüpleri, tiyatro ve dans kulüpleri, resim kulüpleri gibi sayısız alanda açılabilecek bu eğitim kurumları, sınav kaygısı olmadan, çocuklarımızın kendi kendine ve hevesle gerçekten bir şeyler başarmasına imkân sağlayacaktır.

Örneğin, ortaokula giden ve bilgisayar programlarına ilgi duyan bir çocuk, yaşadığı yerdeki en yakın maker stüdyolardan birine kaydolacak. Burada kodlamayı öğrenecek. Kendi programlarını yazacak. Yazdığı programları 3 boyutlu yazıcılar, Netdunio, Arduino gibi basit elektronik devreleri kullanarak gerçeğe dönüştürecek. Bu alandaki başarısını meslek liselerinde ve üniversitede devam ettirerek hem sevdiği işi yapacak, hem mesleğine yeni yaklaşımlar kazandıracak, hem de ülke ekonomisine çıktısı yüksek markalar kazandıracak.

Bunların hiç biri hayal değil. Bugünün teknolojilerinin mucitlerinin küçücük bodrumlarda ve garajlarda ilk icatlarını gerçekleştirdiğini ve kendilerini buralarda yetiştirdiğini düşünürsek, daha donanımlı olan bu stüdyo ve kulüplerde çok daha güzel işler başaracak çocuklar neden yetiştirmeyelim?



Çocuklarımız, günü birlik politikalar, maddi kaygılar ve ideolojik saplantılarla heba edilmemelidir. Eğitim, siyaset üstü bir alan olarak kalmalı. Dershaneler ise ya geleneksel çarkta maddi açlıklarını tatmin edecek, ya da bu ülkenin geleceğinde pay sahibi olmak için tüm donanımıyla elini taşın altına koyacaktır
Bekleyip, göreceğiz…

13 Temmuz 2015 Pazartesi

Çocuk Okuldan Niye Sıkılır?

Hiçbir sağlık sorunu olmadığı halde okul saati geldiğinde mızmız eden, karın ağrısı çeken ve hatta kusan çocukların okul korkusundan dolayı böyle davrandığı bir gerçektir.
Okul korkusu en fazla ana sınıfı ve birinci sınıfta görülmesine rağmen, "okuldan sıkılma" hissi ilkokuldan yüksek öğrenime kadar her aşamada görülebilmektedir. Bu iki problemin altında yatan nedenler, yaş grubuna ve okul ortamına göre dikkatli bir şekilde araştırılmalıdır. Çözümler ise her çocuğun problemine özel olmalıdır.
Bu yazımızda okul korkusundan ziyade "okuldan sıkılma" üzerinde duracağız.
Bir çocuk okuldan niye sıkılır? sorusunu kendi öğrencilik hayatımızdan edindiğimiz tecrübelerle yanıtlamaya çalışalım.


1-Okulun gerçek hayatta bir karşılığının olmadığını düşünüp, öğrenilenlerin anlamsız geldiğini hissettiğimiz için sıkılırız.

2-Evde bir dediğimizi iki etmeyen ailemizin üzerimize inşa ettiği krallığın, okulda bir öneminin olmadığını, aslında herkesle aynı olduğumuz gerçeğinin farkına vardığımız için sıkılırız.

3- Başarmanın tadından çok, başarısızlığın incinmişliğini tattığımız ve hayatımızın geri kalanının da böyle devam edeceği endişesine sürüklendiğimiz için sıkılırız.

4-Ailemizden uzakta, bizim için yabancı olan bir ortamda, yardıma ihtiyacımız olduğunda, ailemizin imdadımıza yetişemeyeceği, okuldaki kavgacı çocukların ve sert öğretmenlerin bize zarar vereceği korkusuyla, kendimizi güvende hissetmediğimiz için sıkılırız.

5- Arkadaşlarımız tarafından dışlanıp,  hor görüldüğümüz için, faaliyetlere dahil edilmeden her şeyi uzaktan seyretme ezikliğini yasadığımız için sıkılırız.

6- Öğretmenimizin sayfalarca verdiği ama kontrol etmediği, bitmek tükenmek bilmeyen ödevlerden dolayı sıkılırız.

7-Evimizin küçük prensi-prensesi olarak üzerimizde hiç bir sorumluluk yokken, okulda yüklenen sorumluluklar ağır geldiği için sıkılırız.

8- Çevremizdeki her şey hızla değişirken, derslerin, öğretmenlerin, idarecilerin ve okulun hiç değişmemesi ve tekdüze bir okul hayatı dayatıldığı için sıkılırız.

9- Dışarıda gürül gürül akan hareketli bir dünyaya rağmen, oynama, koşma, konuşma, önüne dön, kıpırdama gibi komutlarla şekillenen hareketsiz bir atmosferde daraldığımız için sıkılırız.

Sebepleri daha fazla çeşitlendirmek mümkün. Sorunu iyi tanımlamak, çözümü de isabetli kılar. Bu noktada aile, öğretmen ve okul yönetimi sürece fiilen katılarak işbirliği yapmalıdır. Genel anlamda şu yaklaşımlar bu tutumun değişmesine etki edebilecektir.

1- Çocuklara evde verilen küçük sorumluluklar, okula, öğretmene ve eğitime karşı oluşturulan olumlu hava ve güven hissi, arkadaşlarıyla geçireceği güzel vakitlere ilişkin cezbedici konuşmalar, ailenin katkı sunabileceği hususlardır.

2- Öğretmenin sınıftaki adil ve eşit yaklaşımı, sevecen ve hoşgörülü tavrı, mizahi yeteneği, zenginleştirilmiş öğrenme ortamı oluşturma gayreti, iş birliğine izin verme ve diyalogları iyi yönetme becerisi, başarıyı tattırma ve güdüleme azmi, kontrol edebileceği ve amaca hizmet eden etkili görevler verebilme alışkanlığı ve aile ile kuracağı güçlü iletişim çözümün en önemli ayağıdır.

3- Okulda demokratik ve güvenli bir ortamın sağlanması, oyun alanlarının artırılması, sosyal ve kültürel oluşumlara zemin hazırlanması, çocukların ve ailelerin okul  yönetimine katılması, her çocuğa özel olduğunu hissettirecek bireysel yaklaşım ve değerli kılma politikaları okul yönetiminin üzerinde çalışması gereken hususlardır.

Okul, tüm bileşenleriyle dört duvarın ötesine geçebildiği ölçüde var olacaktır. Bahçe kapısında biten okul öğrencisine ve sosyal çevresine hiç bir şey veremez. Okul, kurum kültürü ve sürdürülebilir eğitim çıktılarıyla öğrencilerine aidiyet, çevresine sosyal sorumluluk ve sahiplenme hissi vermelidir.  

Çocuklarımızın severek, arzulayarak öğrenime katılmalarının sağlanması için bu hususlarda kişisel ve kurumsal yenilenmeye daha fazla önem vermeliyiz.

12 Temmuz 2015 Pazar

Tatilde Öğrenme Kaybı Üzerine

Okulların kapanması ile birlikte tatile giren çocuklarda yaşanan öğrenme kaybı ciddi boyutlara ulaşabiliyor.


Araştırmalara göre, çocukların yıl boyunca ogrendiklerinde, tatil nedeniyle ortalama  yuzde 10 kayip yaşanmaktadır. Bu kayıp sosyo-ekonomik düzeyi düşük olan ailelerin çocuklarında daha da yükselmektedir. Özellikle bu ailelerin çocukları orgun eğitim döneminde hemen hemen diğer çocuklarla eşit şartlarda egitime devam ederken, tatilde öğrenme surdurulmedigi için geri kalmaktadırlar. Dolayısıyla bu çocuklar bir sonraki yıla arkadaslarina oranla büyük bir kayıpla başlamaktadır.


Bu konudan muzdarip olan ABD'de son uç yılda ciddi çalışmalar yapılmaktadır. Barack OBAMA tarafından verilen kanun teklifi bu konunun önemini gözler önüne sermektedir. Teklif ile  tatillerdeki öğrenme kaybını en aza indirgemek için dezavantajlı çocuklara burs verilmesi, yerel yönetimlere fon ayrılması, okullarda kurslar açılması da dahil bir çok çalışma yapılması planlanıyor.


En fazla ilkokul yıllarında yaşanan bu kayıp, çocukların tatilde hiç bir şey yapmaması, okula ara vermeyi öğrenmeye ara verme olarak algılayan velilerin umursamaz tutumu ve öğretmenlerin çocuklar ve aileler üzerinde yeterli yönlendirmeyi yapamamasından kaynaklanmaktadır.


3 ay gibi uzun bir yaz tatilimiz olduğu gerçeğinden hareketle bu konuyu hassasiyetle ele almalıyız.


Okulun son haftalarında öğretmenlerimizin  velilerle yapacağı toplantılar kaybın önlenmesinde etkili olacaktır. Çünkü bu durum öncelikle velilerin sorumluluğu altında gelişmektedir.


Çocukların tatilde okuyacakları kitaplara, abone olabilecekleri dergilere, araştırma yapabilecekleri alanlara, proje yapabilecekleri ilginç konulara ilişkin, öğretmeni tarafından hazırlanacak broşürler teşvik edici olacaktır.


Okul tarafından açılabilecek sanatsal ve sportif kurslar, yerel yönetimlerin organize edeceği zeka oyunları etkinlikleri, doğa yürüyüşleri, çocuk oyunları müsabakaları sosyal ve duygusal etkileşim yaratacağı için faydalı olacaktır.


Aileler, çocukların günlük tutmalarına, anılarını yazmalarına, bağ-bahçe işlerinde sorumluluk almalarına önayak olmalıdır. Ailedeki herhangi birinin cep telefonuyla belgesel çekme, mutfakta yapılan yemeğe ve servise yardım etme de yaparak yaşayarak öğrenmeye zemin hazırlar.


Vaktinin büyük bir kısmını tablet, telefon veya bilgisayar başında oyun oynamaya ayıran çocuklara kodlama öğretilerek, kendi kodlarını yazmaları sağlanabilir. Kod yazımıyla ilgili 5 yaş üstü tüm çocuklara yönelik onlarca ücretsiz internet sitesi var. Bu internet sitelerine girildiğinde, çocuklar kendi kendilerine zaten bir kaç dokunuşla öğreneceklerdir.

Son olarak, yıl boyunca öğrendiği konuları kapsayan, bir sonraki yılın konularına dikkat çeken, bol eğlenceli, bol bulmacalı etkinlik kitapları da öğrenme kaybını önleyip, yeni öğrenmelere yelken açtırabilir.

11 Temmuz 2015 Cumartesi

Çocuğum Okula Hazır mı?

Çocuğum okula hazır mı?
Aslında günümüz koşullarında bu soruyu tersten sormak daha akıllıca olur;
-Okul çocuğuma hazır mı?
-Öğretmeni çocuğuma hazır mı?
-Ben çocuğumun okula gitmesine hazır mıyım?

Öncelikle çocuğunuzu kayıt yaptıracağınız okulu ziyaret edin. Lavaboları, oturakları, yazı tahtası, dolapları yani fiziki donanımı çocuğunuzun kolaylıkla kullanabileceği uygunlukta mı? Koridorlar, merdivenler, kantin gibi ortak kullanım alanları yeterince güvenlikli mi? Bahçesi ve oyun alanları çocuğunuza hitap edecek mi?

Bu sene birinci sınıfı okutacak öğretmenlerle tanışın. Okula kayıt konusunda yaklaşımlarını sorun? Bazı öğretmenler kayıt yaşını küçük buldukları için ön yargılı yaklaşabilirler. Bu durum, çocuğunuzu etkileyebileceği için dikkatli olmalısınız.

Veli olarak, çocuğunuzun okula gitmesine ne kadar hazırsınız? Yaşayabileceği güçlükler konusunda ona destek olabilmek için bir araştırma yaptınız mı? Öğrenmeyi sevdirmek, okulu özendirmek ve yeni arkadaşlıklar kurması için çocuğunuzu motive edebilecek durumda mısınız? Hayatınızın sonraki safhalarında merkeze çocuğunuzun okul hayatını koyabilecek konumda mısınız?

Eğer bu soruların büyük kısmına evet yanıtı verebiliyorsanız asıl sorumuza dönebiliriz.

MEB İlköğretim Kurumları Yönetmeliği der ki;
İlkokula kayıt;

a) İlkokulların birinci sınıfına, kayıtların yapıldığı yılın eylül ayı sonu itibarıyla 66 ayını dolduran çocukların kaydı yapılır. Gelişim yönünden ilkokula hazır olduğu anlaşılan 60-66 ay arası çocuklardan, velisinin yazılı isteği bulunanlar da ilkokul birinci sınıfa kaydedilir.

b) Okul müdürlükleri, yaşça kayıt hakkını elde eden çocuklardan 66, 67 ve 68 aylık olanları velisinin vereceği dilekçe; 69, 70 ve 71 aylık olanları ise ilkokula başlamaya hazır olmadıklarını belgeleyen sağlık raporu ile okul öncesi eğitime yönlendirebilir veya kayıtlarını bir yıl erteleyebilir.” denilmektedir.

Yani;
60-65 aylıklar isteğe bağlı
66-68 aylıklar zorunlu fakat dilekçeyle erteleyebilir.
69-71 aylıklar zorunlu ancak raporla erteleyebilir.
72 ve üzeri zorunlu kayıt yapılır.

Çocuk gelişimini rakamsal değerlerle ortaya koymak, ölçüt getirilmesi açısından gerekli olmakla birlikte, bireysel düşünüldüğü zaman son derece yanlış bir iştir. Her çocuğun gelişimi farklıdır. Bazı çocukların 8 yaşında geldiği olgunluğa, bazı çocuklar 5 yaşında gelebilmektedir. Veya tam tersi durumlar da söz konusu olabilmektedir.

Peki, çocuğunuzun ilkokula başlayacak olgunluğa geldiğini nasıl anlarsınız?

Bununla ilgili geliştirilen birçok test var. Bu testleri birçok özel eğitim kurumu ve pedagoglar uygulayabilmektedir. Eğer çocuğunuz anaokuluna gittiyse öğretmeniyle de bu durumu görüşebilirsiniz. Burada asıl önemli olan sizin gözlemlerinizdir.

Çocuğunuzda aşağıdaki davranışları gözlemliyorsanız, çocuğunuz okula başlayacak olgunluğa gelmiştir.

1-Adını, anne ve babasının adını söyleyebiliyor mu?
2-Duygularını net ifade edebiliyor mu?
3-Anlatılan bir hikâyeyi kısaca özetleyebiliyor mu?
4-Yaşadığı bir olayı anlatabiliyor mu?
5-10’a kadar sayabiliyor mu?
6-Görmeden tanıdığı sesleri tanımlayabiliyor mu?
7-İki komutlu işleri yapabiliyor mu?
8-Dün, bugün, yarın kavramlarını biliyor mu?
9-Ana renkleri biliyor mu?
10-En az 4 şeklin içerisinden farklı olanı ayırt edebiliyor mu?
11-En az 3 nesneyi büyüklüklerine göre sıralayabiliyor mu?
12-Yarısı çizilen basit bir nesneyi tamamlayabiliyor mu?
13-Üçgen, kare ve dairenin içini dışarı taşırmadan boyayabiliyor mu?
14-Kafa, kol, bacak ve gövdeden oluşan insan figürü çizebiliyor mu?
15-Tuvaletini kendi kendine yapabiliyor mu?
16-Üzerini ıslatmadan elini ve yüzünü yıkayabiliyor mu?
17-Yemeğini kendisi yiyebiliyor mu?
18-Sırasını bekleyebiliyor mu?
19-Su dolu bir bardağı dökmeden bir başka bardağa boşaltabiliyor mu?
20-20 saniye içerisinde 10 tane fasulyeyi çay bardağına atabiliyor mu?
21-Tek ayağı üzerinde 20 saniye kalabiliyor mu?
22-Salıncakta ayaklarını sallayarak sallanabiliyor mu?
23-Düz bir çizgide boşluk bırakmadan adımlarını atabiliyor mu?
24-Atılan küçük bir topu elleriyle tutabiliyor mu?
25-Başka çocuklarla oynayabiliyor mu?

Her soru 4 puan değerinde olup, olumlu verdiğiniz cevapların toplamı, çocuğunuzun hazır bulunurluk düzeyinin yüzdesi hakkında sizlere fikir verecektir.






10 Temmuz 2015 Cuma

Ülke Gündeminden Dünyaya Bakış

Son günlerde ülke ve dünya gündemini meşgul eden konuları derleyerek, evrensel ve yerel ölçekte neler konuşulduğu, neler yapıldığı ile ilgili son bir alık küçük bir fotoğraf çektim. Buyurun;

1-Biz Uşak’ta, bir evden üç traktör römorku çöp çıkarılmasını konuşurken,
-İsviçre yörüngedeki uzay çöplüğünü temizlemek için yeni bir uydu geliştirdi.
-Kore kendi kendini temizleyen cadde oluşturdu.

2-Biz Şanlıurfa’daki elektrik kesintilerini ve kaçak elektriği konuşurken,
-Facebook Teksas'taki yeni veri merkezinde %100 rüzgâr enerjisi kullanmaya başladı.
-California’da okyanus dalgalarından enerji üretimi başladı.
-Amazon, kendi veri merkezi için güneş enerjisi çiftliği kurmaya başladı.
-Hollanda güneş enerjisi ile aydınlatılan bisiklet yolu yaptı.

3-Biz yerli otomobili ne zaman yapabileceğimizi tartışırken,
-Güneş enerjisi ile çalışan Solar Impulse uçağı dünya turunu tamamlamak üzere.
-Google'ın kendi kendine giden arabası artık California’da halka açık yollarda trafiğe çıktı.
-ABD Savunma Bakanlığı için uçan bisiklet icat edildi.
-Samsung, kamyon sollamayı daha güvenli hale getiren "şeffaf kamyon" projesini geliştirdi.

4-Biz Bahçeli’nin elindeki çay bardağını konuşurken,
-Şili’de dünyanın en büyük optik teleskobu Magellan Teleskobu’nun yapımına başlandı.


5-Biz milli gururumuz Arda Barcelona’da 10 numarayı kapabilecek mi diye tartışırken,
-Microsoft 29 Temmuzda Windows 10’u piyasaya sürecek.

6-Biz İstanbul’a 3. köprü meselesini hala kabullenememişken,
-Hollanda 3D baskı ile köprü yaptı.

7-Biz TEOG’un 4.defa hesaplanmasını tartışırken,
-Hadrian isimli robot, saatte 1000 tuğla yerleştirerek 2 günde bir ev inşa etti.
-Kuyruklu yıldıza gönderilen Rosetta uzay aracının modülü Philae, dünya ile iletişime geçti.
-Casio akıllı saat üretti.

8-Biz Cumhurbaşkanı için hazırlanan en büyük posterle Guinnes Rekorlar Kitabı’na girme coşkusu yaşarken,
-Rus kozmonot Gennadiy Padalka, uzayda 2 yıldan fazla kalarak, rekor kırdı.

9-Biz sağlık ve eğitim çalışanlarına şiddeti konuşurken,
-Avustralya'da bir hastaya, 3D yazıcıda basılan titanyum çene protezi nakledildi.
-Michigan Üniversitesi insan kalbini taklit eden, elektrik yerine akışkan kullanan çip icat etti.
-Avusturya, dünyanın ilk hisseden protez bacağını yaptı.
-Görme engelli hamile bir anne karnındaki bebeğini 3D teknolojisi ile hissetti.

Kafasını kuma gömen deve kuşları gibiyiz. Dünyayı görmediğimiz zaman, manzara-i umumiyenin de görünmediğini düşünüyoruz.

Bu ülkede yaşayan herkes, insanca yaşayabileceği daha kaliteli bir yaşamı fazlasıyla hak ediyor. Bunun için çok çalışmalıyız. Sınırlarımızı zorlamalı, enerjimizi yerel ölçekli günü birlik kısır politikalara değil, evrensel gelişime ve çözümlere ayırmalıyız.

Şimdi yeni şeyler düşünmek vaktidir…



8 Temmuz 2015 Çarşamba

Mekteb lafzı üzerine...

Mekteb, Arapça menşeili bir kelime olup, kitapla aynı kökten gelmektedir. Kitab ise “ketebe” yani yazmak fiilinden türemiş, ”yazılı” anlamına gelen bir sözcüktür. Kısaca mekteb, yazı öğretilen yer anlamına gelmektedir. Şu anki kullanımıyla okul demektir.
Bana göre ise mekteb “Anadolu” demektir. Çünkü tüm dünya tarihinde yazının en çok yazıldığı yerdir Anadolu. Kil ve taş tabletlere, deriye, ağaç kabuklarına, kaplara, tabaklara, altına, gümüşe ve hatta küpelere, yüzüklere ilmek ilmek işlendi, gönülden gönüle, nesilden nesile aktı Anadolu... Moğollar ve Haçlılar defalarca yakıp, yağmaladılar bu büyük mektebi…
Bu vahşi talanlar bize kadar sürdü. Bağrından çıkan yazarlar, şairler, düşünürler sürgünlere yollandı, kurşunlara dizildi, elleri kelepçelendi. Şimdi birçoğunun mezarı bile yok.
Memleketin mahpushaneleri en çok okuyan ve yazanları ağırlamıştır. O yüzden mahpushaneler “Yusufiye” diye anılır, Hz Yusuf’un zindanlarda çektiği gibi çile çekenler, buraları mektebe çevirenler tarafından…
Mekteb, okumaktan çok yazmayı vurgular. Okumak, edilgendir. Yazmak ise etkendir. Okumak, küçük nem taneciklerinden büyük bulutlar oluşturmaktır. Yazmak ise, bulutlara yağmur yağdırmaktır. Okumak, bin bir çiçekten polen toplamak, yazmak ise bal yapmaktır. Okumak, tüketimdir. Yazmak, üretim…
Yazmanın ilk şartı ise okumaktır. Okumak ve yazmak, bir birini doğuran iki eylemdir. Okumak talep eder, yazmak arz. Yazı, beslendiği kaynakların saflığı oranında saftır. Bu kaynakları talep eden okumak, arz eden ise yine yazıdır. Bu döngü, böyle devam eder…
Bugünkü manada mektebin yerini alan “okul” kavramı, “okumak” üzerine inşa edilmiştir. Kavramların alt zihnimize yolladığı mesajlardan mıdır nedir, bizim okullarımızdan çıkan nesil kara bir bulut gibidir Anadolu üzerinde. Devasa bir karabulut…
Gök gürültüsü ile korku salan, çaktığı şimşeklerle kısa süreli sert aydınlıklar veren, görüntüsü ile kara bir gelecek vadeden bir karabulut… Yağmur yağdıran minik bulutların sırtında bir kırbaç, başka topraklara sürüklenmesine sebep olan bir kasırgadır adeta… Oysa yağmurdur toprağı besleyen, ağaçları yeşerten, yeryüzünü yaşanılır kılan. Memleketimin karabulutları da elbet bir gün farkına varacaktır yağmurun rahmetinin, bereketinin…
Zor zamanlardayız… Yazmaya çekinir olduk… İçimizde Allah korkusu olmasa, bizler de kapılırdık karabulutların girdabına. Yunuslara, Mevlanalara, Pir Sultanlara andımız var. Anadolu’yu “mekteb” yapanlara vefa borcumuz var. Çocuklarımıza verilmiş sözlerimiz var.
Yazacağız, tırnaklarımızı kanatırcasına...
Yazacağız, karanlığın perdesini yırtarcasına…
Yazacağız, yağmur gibi tarlalara yağarcasına…
Yazacağız, içimizdeki bu yangınlar, kar tanesine dönüşüp, bu ipeksi toprağın bağrına naif bir öpücük gibi konarcasına…
Yazacağız…

Niyazi AKSOY

Okullarımızın Homojenleşiyor

Okullarımız homojenleşiyor. Birbirinden uzaklaşıyor. Her öğrenci kendi sosyo-ekonomik çevresindeki okula gidiyor. Herkes çocuğunu sosyal ve maddi statüsüne uygun okullara yolluyor yani. Zengin zenginle, fakir fakirle, roman romanla, doğulu doğuluyla aynı okulu paylaşıyor. Okulların sosyal rengi tek düzeleşiyor. Çocuklar toplumun diğer kesimlerinden kopuk yaşamaya itiliyor. 

Iş sahibi olamayan taşralı bir çocuğun yardımına koşacak bir okul arkadaşı yok. Veya sınıftaki yoksul bir öğrencinin gezi masrafını karşılayacak bir veli de yok. Çünkü okullar, sosyal sınıflara göre bölünüyor. Taşradaki okulla çarşı merkezdeki okul arasında, ya da carsidaki ile özel okul arasında uçurum her geçen gün artıyor.
Gelecekte büyük bir sosyal patlama bizi bekliyor. Önlemini şimdiden almalıyız...
Mahalle ilkokullarındaki, müsteşarin oğlu ile asgari ücretlinin kızının aynı okulda okuduğu günleri yeniden görebilmek umuduyla...


Niyazi AKSOY

İnovasyon ve Eğitim

İnovasyon (TDK; Yenilesim) var olan bir ürünü geliştirerek veya var olandan bağımsız olarak ortaya konulan yaratıcı fikirlerin ürüne dönüştürülerek kullanımı için yayılması ve ticari fayda sağlaması işidir. İnovasyon, yeniliğe açık ve üst düzey problem çözme becerilerinden beslenen bir kavramdır.

Örneğin, klasik kanepe üreten bir mobilyacının terletmeyen, leke tutmayan, çıkarılıp yıkanabilen bir kılıfa sahip farklı formda daha kullanışlı bir kanepe tasarlayıp, üretmesi ve satması inovasyon kabul edilebilir.

İnovasyon, üretim ve pazarlama için son derece önemlidir. Rakiplerinden bir adım önde olan üreticiler, tercih sebebi olması dolasıyla pazardaki payını artırmakta, kendisine yeni alan açmakta, AR-GE (Araştırma-Geliştirme) faaliyetlerini geliştirmekte, yeni ürünler ortaya koymakta, istihdam yaratmakta ve ülke ekonomisine daha fazla girdi oluşturmaktadır.

21.yüzyıl her platformda inovasyon rekabetine sahne olmaktadır. Bu rekabette ipi göğüsleyenler eğitimde yaratıcı düşünceye, ileri düzeyde problem çözme becerilerine sahip çocuklar yetiştirmeye yatırım yapan ülkeler olmuştur.

Teknolojiden tarıma, sanayiden hayvancılığa, turizmden balıkçılığa kadar ekonominin her alanında inovasyonun devasa etkilerini görmekteyiz.

Hepimizin bir köşesinden okuduğu veya seyrettiği Harry Potter kitabının oluşturduğu ekonominin cirosu İş bankası ve Sabancı Holding’in toplamından daha fazladır. 

7 yıl önce Jack DORSEY tarafından kurulan Twitter’ın değeri de Koç Holding’in 3, THY’nin 9 katı kadardır.

53 kişinin çalıştığı ve sadece 5 yıllık bir şirket olan WhatsAPP’ın değeri ise 19 milyar dolar.

9 yaşında kodlamaya başlayan Mark Zuckerberg’in kurduğu Facebook’undeğeri de 200 milyar doları aşmış durumda.

APPLE’nin kurucusu Steve JOBS, Microsoft’un sahibi Bill GATES’in ülkelerine sağladığı katma değer ekonomisini sanırım söylemeye gerek yok.

Sanayi devriminden sonra, bilgiye erişimin kolaylaşması ile bilgi toplumuna geçen dünya, bilginin transfer edilmesi ve yeniden yorumlanması ile de bu sürece tamamlayarak inovasyon çağına geçmiş durumdadır.

Biz, ülke olarak sanayi devrimini tamamlamadan bilgi çağına geçtiğimiz için inovasyon –şimdilik- bize uzak görünüyor. 

Sanayi alanında, ileri teknoloji ihracımızın milli gelir içindeki payı %0,26 (2.1 milyar dolar) Güney Kore’nin ise 130 milyar dolar…

Iphone 6'da, 20'nin üzerinde ülkeye yayılmış 777 fabrikada üretilen 1300 parça var. Ama Türkiye bu hesapta yok.

Tarımda ise çok insanla, çok çalışıyoruz ama az üretiyoruz. 5.6 milyon çifçimizle yaptığımız üretimi Avustralya 664 bin çiftçisiyle yapıyor. 

Yurtdışından saman, canlı hayvan, tohum, gübre ithal ediyoruz. Oysa küçük inovaktif dokunuşlarla kendimize yetmek, üretimimizi artırıp zirveye tırmanmak hiç de zor değil.

Dünya fındık üretiminin %85’ini karşılamamıza rağmen markalaşmış bir ürün yaratamadığımız için yıllık fındık gelirimiz 2.3 milyar doları geçemiyor. Oysa bizim fındığımızı alıp markalaştıran Michele Ferrero, dünya genelinde piyasaya sürdüğü Nutella markası ile 11 milyar dolar kazanabiliyor.

Bu ülkede tam 20 milyon üretime katılabilecek, ekonomiye katma değer sağlayacak, yaratıcı fikirleriyle yeni bir gelecek inşa edecek gencimiz var. Avrupa’nın 15 ülkesindeki genç nüfusun toplamı bile bu kadar etmiyor.

Ziya SELÇUK hocamızın da dediği gibi “19.yy binalarında 20.yy programlarıyla21.yy çocuklarını eğitmeye çalışıyoruz. Teknolojik olmayan sorunlarımızı teknoloji ile çözmeye çalışıyoruz.”

Bir tekstilci, sanayici, marangoz yaptığı yanlış işi “pardon” diyerek telafi edebilir, ne yazık ki eğitimde pardon yoktur. Eğitim, uzun bir sürece yayılan ihtisas işidir. Günü birlik oluşturulan politikalar bu ülkeye her zaman zarar vermiş, bedel ödetmiştir. Artık eğitimi politik hegemonyadan, mevsimsel çıkar ve ideolojik saplantılardan kurtararak kendi iklimine çekmeliyiz.

Toplumda oluşturulan “bir baltaya sap olamama” deyimi ile sap yerine konulan gençlerimizi inovasyona yöneltmeli “icat çıkarma” dediğimiz girişimci kişilikleri de icat çıkarması için şevklendirmeliyiz.

Microsoft'u bırakıp ABD'den Türkiye'ye gelen ve dünyanın ilk sosyal medya platformu olan Ekşi Sözlük’ün kurucusu Sedat Kapanoğlu'na sitedeki paylaşımlar yüzünden 10 ay hapis cezası vererek yaratıcı becerisi tartışmasız bir girişimciyi cezalandırmak, ülkeyi terk etmesine zorlamak da “icat çıkarma!” ikazının bir sonucudur.

4 tane girişimci ruhlu Türk genci tarafından 2000 yılında 40 metrekarelik bir odada kurulan ve 589 milyon dolara satılan Yemek Sepeti ise gençlerimizin yapabileceklerinin takdire şayan bir başka ispatı olsa gerek.


İnovatif düşüncenin temeli özgür düşünce, yaratıcılık ve üst düzey problem çözme becerileridir. Güney Kore’de %28 olan bu beceri Türkiye’de 2.2’dir.

İngiltere, ABD ve bir çok Avrupa ülkesinde 5 yaşından itibaren çocuklara kodlama dersi veriliyor. Farklı disiplinlerin bir araya geldiği, yeni ve yaratıcı düşüncelerin projeye dönüştüğü maker stüdyolarda girişimcilik destekleniyor. AR-GE’ye ciddi bütçeler ayrılıyor. Çalışanların mesleki ve kişisel gelişimlerine destek veriliyor. 

Mesela, ABD’de üniversiteler 7 yılda bir akademisyenlere 1 yıl izin verirler. Kendilerini yenilemeleri için.

Finlandiya, Japonya, Kanada, Güney Kore gibi PİSA sonuçlarına göre üst düzey problem çözme becerileri yüksek olan öğrencilerin olduğu ülkelerin inovasyona dayalı bilgi ekonomilerinin oluşturduğu evrensel markalar ortada.

Biz de Türkiye olarak bu süreçte yerimizi almalıyız. Siyasetin müdahil olmadığı, ortak bir ulusal eğitim programı hazırlayıp (TED’in hazırladığı UEP gibi) yeni nesil okullarla duvarları yıkıp “okul” kavramına işlerlik kazandırmalıyız. 

Örgün eğitimde okuyan çocuklarımızın %65’inin henüz icat edilmemiş meslekleri icra edeceğini düşünürsek, mesleki teknik okullarımızı çeşitlendirerek, sadece bir meslek öğrenmeye yönelik okullar olmaktan çıkarıp, 21. Yüzyıl becerilerinin kazandırıldığı, üretime katılan, açık okullar haline getirmeliyiz.

Okul öncesinden başlayarak çocuklarımıza haftada en az 2 saat kodlama okuryazarlığı ve girişimcilik dersi konmalıdır.

Maker stüdyolarla yaratıcılık ve proje yapma arzusu desteklenmeli ve bu merkezlerin sayıları artırılmalıdır.

İnovasyona yönelik atılan bu adımların yanında AR-GE harcamaları da artırılarak (OECD ülkelerinde sondan 4’teyiz.) girişimci gençlere kendini ifade etme mecraları oluşturulmalıdır.

İbni Sina’nın da dediği gibi; Bilim ve sanat takdir edilmediği yerden göç eder.

Niyazi AKSOY