3 Eylül 2015 Perşembe

Maslow'a Meydan Okuyan Öğretmenler

İnsanın temel gereksinimleriyle ilgili Maslow'un ortaya koyduğu basamaklar şöyledir;
1-Beslenme, uyku, cinsellik
2-Barınma, güvenlik, mülkiyet, iş garantisi
3-Aile kurma, ait olma
4-Güven, başarı, saygı
5-Erdem, yaratıcılık, kendini gerçekleştirme, problem çözme

Bu piramidin üst basamaklarına çıkmanın on koşulu alt basamaktaki gereksinimleri karşılamaktır.

Öğretmenlik, kanunlarda yer aldığı şekliyle bir "ihtisas" mesleğidir. Devletin ve toplumun beklentilerine bakacak olursak bu mesleğin yapılabilmesi için Maslow'un basamaklarının tamamının gerçekleştirilip, üretme, problem çözme, yaratıcılık, kendini gerçekleştirme basamağındayken yapılmalı bu iş.

Mevcut durumda, maaşı geçinmesine yetmeyen, ek iş yapmak zorunda kalan, emekli ikramiyesi ile bir ev bile alamayan öğretmenlerimiz nasıl yapacaklar bu işi?

Karı-koca çalışıp bir üst basamağa çıkanların ise sorunları daha farklı. En öncelikli konu iş garantisi ve şiddet. Yapılan düzenlemelerle iş garantisi elinden alınmak istenen, 147 şikayet hattı gibi yöntemlerle velilerin önüne atılan, şiddete maruz kalan öğretmenler nasıl verimli olabilir ki?

Alt basamaklardaki sıkıntıları bir şekilde çözüp aile kuranlar ise atama politikalarındaki sistemsizlik ve duyarsızlık yüzünden eşlerinden ayrı kalmaktadır. Bulunduğu kurumda sendikal ayrıma tabi tutulan, baskı gören, deyim yerindeyse MEB'in üvey evladı konumuna düşen öğretmenlerimizin de durumu çok hazindir.

4.basamağa ulaşan özverili öğretmenlerimiz ise, sürekli değişen mevzuat, yamalı bohçaya dönen sistem ve günü birlik politik yaklaşımlardan dolayı kurumlarına güven duygusu besleyemiyorlar. Geleceklerini göremeyip, yarınlarından endişe duyuyorlar.

Son olarak Maslow'a inat tüm basamakları katedip zirveye ulaşanlar ise, hiç bir başarı cezasız kalmaz düsturuyla tanışıyorlar. Görevden almalar, soruşturmalar, mobbing kırbaç gibi şaklıyor sırtlarında.

Aslında ilk basamaktan sonra yazılanların tamamı mantık çerçevesi olmayan durumlardı. Çünkü ülkemizdeki öğretmen maaşı ne yazık ki ilk basamağa hapsediyor onları.

Maslow bugün yaşasaydı eminim ülkemizdeki öğretmenlerin nasıl olup da bu kadar şeye rağmen öğretmenlik yapabildiklerine yoğunlaşırdı. Ve ihtiyaçlar hiyerarşisini sil baştan yapardı.

Kimi Çekiyor Bu Çocuk?

KİME ÇEKTİ BU ÇOCUK?

Hepimiz tanık olmuşuzdur, üniversite hocalarının ortaöğretimden temelsiz geldiğimiz konusunda veryansın etmelerine. Ortaöğretimdekilere göre ise, ortaokuldan geliyor bu eksikliğimiz. Ortaokuldakiler suçu ilkokul öğretmenlerine, onlar da velilere atmakta.

Çocuklarının sergilediği olumsuz tutum ve davranışlar karşısında öğretmenlerinden başka suçlayacak birini bulamayan Anne baba ise bu soruna atalarımızdan yadigâr bir bakış açısıyla son noktayı koyar; kime çekti bu çocuk ?

İnsanoğlunun dünyadaki serüvenine başladığı günden bu yana biyolojik yapı taşlarında pek bir değişiklik olmadığını, temelde hücreyi, organları ve organizmayı oluşturan elementlerin aynı olduğu biliniyor.

Bir çocuk, ailenin aktardığı sağlıklı genlerle ortalama bir zeka seviyesiyle doğar. Çevresel faktörlerin ve eğitimin etkisiyle sahip olduğu bu kapasiteyi büyük oranda kullanmaya başlar. Uzmanlar zekanın yüzde 40 ila 50 arası kalıtımsal olduğu tezini savunurlar. Geriye kalanını da diğer etmenlerin oluşturduğuna...

Bence zeka, bireyde doğuştan gelen mevcut kapasitenin kullanılması ile oluşur. Bunu söyle örneklendireyim. Bir otomobiliniz var, hız göstergesinde azami hız 180 belirlenmiş. Siz ise en fazla 110 basabiliyorsunuz. Oysa yakıtınız iyiyse, araç bakımlıysa, yollar düzgün ve yasal sınırlar da müsait ise otomobilin 180'e kadar çıkabilme  imkânı var.

Otomobilin yakıtı ve bakımı, yolun durumu ve sınırı neyse, çocukların  beslenmesi, sporu, aile ortamı, sosyal çevresi ve aldığı eğitim odur. Zengin uyarıcılarla dolu bir atmosferde yetişen, aile tarafından becerileri desteklenen, yaşantı yoluyla farklı tecrübeler edinme imkânı bulan çocuklar daha zeki oluyor.

Zekayı, karşılaşılan bir durum karşısında farklı çözümler ve beceriler geliştirebilme yeteneği olarak tanımlarsak, kısıtlı ortamlarda değişik tecrübeler edinmemiş çocuklar bu yeni durum karşısında ön bilgi ve becerilerini kullanmakta cılız ve basit seçeneklere hapsolurken, yaşantı zenginliği olan çocuk geniş tecrübe alanından getirdiği seçenekleri yeni durumla ilişkilendirerek yeni ve farklı çözümler üretebilmektedir.

Çocuğun gelişiminde muhakkak ki en önemli  unsur ailedir. Ailenin birikimi, ilgisi ve desteği olmadan bir çocuğun başarılı olması çok zordur.

Sınıfımda velilerimle yaptığım ilk toplantıda hep şunu derim;
Bir günün 6 saatini bizimle okulda geçiren bir çocuk geri kalan 18 saatini evde sizinle  geçirmekte. Bu sebeple başarıda ve başarısızlıkta bir pay bizim, uc pay sizindir.

Çocuklarımızda gördüğümüz olumsuzluklar aslında bizim yanlış iliklediğimiz ilk düğmenin yarattığı durumun tezahürüdür. Çocuklarımız bizim vitrinimizdir. Bu yüzden ilk başta sorduğunuz o yanlış soruyu şöyle düzeltmek isterim "Kimi çekiyor bu çocuklar?"

Cevabini yine ben vereyim. Dünyaya gözünü açtıklarında başlıyor çekim. Bazen anneyi çekiyor, bazen babayı. Bazen amcayı, halayı, doğayı, televizyonu, mahalleyi, abiyi, arkadaşı, komşuyu, öğretmeni velhasıl çevresindeki canlı cansız herşeyi çekiyor. Vakti geldiğinde ise bu kaydedilmiş arşivi bizlerin beğenisine sunuyor?

Şimdi  çocuğunuza bakarak söyleyin, sizin çocuğunuz en çok kimi çekiyor?

24 Ağustos 2015 Pazartesi

Senebaşı İhtiyaç Listesi

Bu yıl da hep birlikte güzel bir öğrenme yolculuğuna çıkacağız. Bu yolculukta hepimize lazım olacak araç-gereçleri listeledim.  Yolculuk boyunca bu takım çantasını muhakkak yanınızda bulundurun.

İhtiyaç listesi

1- Sevgi
2- İlgi
3- Sabır
4- Hoşgörü
5- Saygı
6- Empati
7- Özerklik
8- Dayanışma
9- Sağlık ;)

NOT: Geçen seneden kullanılmayanların bu sene muhakkak öncelikli olarak kullanılması gerekir.

Listedekilerin tükenmesi durumunda dönem içinde takviye yapabilirsiniz.

Durumu müsait olmayanların en yakın zamanda benimle iletişime geçmelerini istiyorum.

Yeni eğitim ve öğretim yılı tüm çocuklarımıza ve siz değerli anne babalarımıza güzellikler getirsin.

18 Temmuz 2015 Cumartesi

El alem ne der?


Anadolu'da yaşayan herkes hayatının bir evresinde muhakkak bu soruya maruz kalmıştır. El alemin ağzından çıkacak sözcükler en çok biz bir şeye karar verdiğimizde değer kazanır. Arkamızdan kurulacak muhtemel cümleler, jest ve mimikler üzerine öngörüde bulunmak için zihnimizi epey bir zaman meşgul ederiz. Çoğu zaman kararımızdan dönmüşüzdür. Eğerlerle başlayan cümleler, sonraları yerini keşkelere bırakır.

Her alanda bizden başarılı olan komşunun çocuğuna hiç bir şey demeyen el alem, kafayı sanki bizimle bozmuştur. Anne-babamızın aklımızın bir köşesine evladiyelik bıraktığı el alem, yaşamımızın geri kalanında her şeyimize karışır.

İşimize, eşimize, evimize, eğlencemize, giyimimize, saçımıza hep o karar verir. Bir süre sonra beceriksizliğimizi bize kabul ettiren el alem, bünyemizi ele geçirerek saltanatına bizi köle yapar.

Yıllar sonra aynanın karşısına geçip, koskoca bir ömrün muhasebesini gördüğümüzde, aslında kendimiz için hiç bir şey yapmadığımızı, her şeyi el alem için yaptığımızı anlarız. Ama ne yazık ki geç kalmışızdır.

Öyleyse şuanda, şu yaşta yani, el aleme kapıyı gösterip, yerine heyecanlarımızı, tutkularımızı ve ideallerimizi içeri alalım.

İşte o zaman hayatımızın bir anlama kavuştuğunu göreceğiz. Dünyanın bizim gördüğümüzden çok daha fazla rengi olduğunu hissedip, mutluluğun gerçek tadının kekremsi olmadığını fark edeceğiz.

Yaşayacağız kendimize, kendimizce



16 Temmuz 2015 Perşembe

ÖZEL OKUL MU, ÖZERK OKUL MU ?

Son yıllarda uluslararası sınavlarda alınan düşük puanların sebepleri üzerine kafa yoran eğitimciler birçok çözüm önerisi sunmuşlardır. Öğretim programlarının yenilenmesi, öğretmen niteliklerinin artırılması, okulların yeniden yapılandırılması bunların başlıcalarıdır.

Bu yazımızda okulun yeniden yapılandırılması üzerinde yoğunlaşacağız. Hantallaşan devlet okullarının işlevini yitirdiği, kendini yenileyemediği, sosyal çevresinin çok gerisinde kaldığı bilinmektedir. MEB bu soruna çözüm olarak,  özel okulları destekleme kararı aldı. Verilen teşviklerle özel okulların sayısının artmasına, öğrencilerin ise buralara kanalize olmasına sebep oldu. Öngörü, rekabetçi bir ortamda niteliğin artacağı yönündeydi. Fakat beklendiğinin aksine tabakalaşmış  bölgesel homojen okullar oluştu.

Çözümü dışarıda değil, içeride aramak gerekir. Deneme tahtasına dönen eğitim sistemimizin en büyük ayağı olan devlet okulları merkeziyetçi anlayıştan dolayı çağın gerisinde kalmaktadır. Devlet okullarındaki merkeziyetçi yönetim;
-Esnek değildir.
-Yetkiyi sınırlandırır.
-İletişimi engeller.
-Bürokrasiyi artırır.
-Katılımcılığı kısıtlar.
-Çözümü göremez.
-Denetimi zorlaştırır.

Oysa birçok AB ülkesinde olduğu gibi okullarımıza belli sınırlar içerisinde özerklik verilse, bu sorunlar büyük oranda aşılacaktır. Çünkü yerinden yönetimlerde;
-Esneklik vardır.
-Yetki paylaşımı vardır.
-İletişim ve etkileşim vardır.
-Yönetime katılım vardır.
-Akışkan bir işleyiş vardır.
-Yerinde çözüm vardır.
-Sahiplenme vardır.
-Şeffaflık vardır.
-Öz denetim vardır.

Özerk okullarda veliler, öğretmenler, öğrenciler, yöneticiler ve uzmanlar yönetime bizzat katılırlar. Ulusal eğitim politikaları çerçevesinde kendi yerel programlarını oluşturup, uygularlar. Sorunlara yerinde çözüm bularak büyümesini engellerler. Bulundukları çevreye sosyal ve kültürel projelerle değer katarlar.

Özerk okullar, görevlendirdikleri ilgili komisyon vasıtasıyla bütçelerini kendileri oluştururlar. Harcamalarını önceliklerine göre yaparak, kaynakları verimli ve etkili kullanır.

Okul, açık bir eğitim alanına dönüştüğü için öğrenciler sosyal çevrenin imkânlarından, okulun etki alanındakiler de okulun imkânlarından faydalanırlar.

Okul kendini çağın şartlarına uygun hale getirmek için sürekli arayış, yenilenme ve gelişme içerisinde olur. Eğitime müdahil olan tüm grupların yönetime katılması nedeniyle istismar, keyfilik ve nemelazımcılık kendiliğinden engellenir. Sahiplenme artacağı için, mezun olanlar ve yerel çevre okuldan bağını koparmaz.

Özel okullara verilen teşvik ve kısmi özerklik devlet okullarına verildiği takdirde büyük bir yenilenme olacağı muhakkaktır. Rekabeti değil de paylaşımcılığı ve işbirliğini esas alan özerk okul yaklaşımı 21.yüzyıl becerilerinin kazanılmasına imkân sağlayacak büyük bir hamle olarak önümüzde durmaktadır.

Ya şimdi dönüşüm başlatacağız, ya da geleceğe seyirci kalacağız…





15 Temmuz 2015 Çarşamba

Dershane mi, Maker Stüdyo mu?

Anayasa Mahkemesi’nin Dershanelerin yeniden açılması ile ilgili verdiği karardan sonra, dershaneler konusu tekrar ülke gündeminin ilk sıralarına yerleşti. Bu yazımızda dershanelerin işlevini nasıl yitirdiğini, inovasyon çağını yakalamak adına nasıl bir dönüşümden geçmesi gerektiğini tartışacağız.

Dershaneler, okulun görevini tam manasıyla yapamaması, sınava dayalı yapılan yerleştirmeler ve dezavantajlı çocukların akranlarıyla arasındaki açığı kısa sürede kapatma ihtiyacından doğmuştur. Başarıyı, çocukların bir soru daha fazla çözmesinde arayan bu kurumlar, ticari kaygıları, cemaatlere eleman temin eden, atanamamış öğretmenleri çok düşük ücretlerde istihdam eden ve çocukları sadece test çözmeye iten yaklaşımları nedeniyle çok eleştirildi.

Sınavlarda dereceye giren öğrenciler üzerinden yapılan reklamlar, toplumsal olarak dershanesiz başarı sağlanamayacağı ön yargısını belleklerimize yerleştirdi. Oysa başarıyı, sadece sınav sonucuna indirgemek, çocuğun kişisel ve sosyal gelişimini göz ardı ederek her şeyimizle bir yarışa odaklanmamıza sebep oldu. Kuşkusuz bu duruma gelinmesinde en büyük pay, eğitim politikalarına yön veren siyasetçi ve bürokratlarındır.

Ülke olarak yaşadığımız bütün sorunların temelinde eğitim yatmaktadır. Girişimci, inovatif, özgür ve özgün düşünen bireyler yetiştirememizin sebebi, ilkokuldan yüksek lisansa kadar çocuklarımızı akademik sınavlara hazırlarken onların ilgilerini, meraklarını, hislerini, farklı fikirlerini, üreticiliklerini, işgücünü ve yaratıcılığını törpülediğimizdendir.

Dershaneler bu ülkenin bir gerçeği değildir, olmamalıdır. Amaç sektöre pazar oluşturmak ise, dershanelerdeki beyin gücü inovasyon için kullanılabilir. Farklı kulvarlarda açılacak olan maker stüdyolar ve uygulama kulüpleri, çocuklarımızın ders dışı faaliyetlerle, ilgi duyduğu alanlarda kendini geliştirmesine, kafasındaki idealleri gerçekleştirmesine,  üretime katılmasına, yaparak yaşayarak öğrenmesine, inovatif fikirlerini ve tasarımlarını gerçeğe dönüştürmesine imkân sağlayacaktır. Alanında uzman eğitimcilerin rehberliğinde, her türlü donanıma sahip platformlarda gelişimci bakış açısıyla inovasyonun temelini atma şansına sahip olacaklardır.

Fikir kulüpleri, basın-yayın kulüpleri, tarım-hayvancılık kulüpleri, kodlama ve programla kulüpleri, robotik kulüpleri, sanat kulüpleri, tiyatro ve dans kulüpleri, resim kulüpleri gibi sayısız alanda açılabilecek bu eğitim kurumları, sınav kaygısı olmadan, çocuklarımızın kendi kendine ve hevesle gerçekten bir şeyler başarmasına imkân sağlayacaktır.

Örneğin, ortaokula giden ve bilgisayar programlarına ilgi duyan bir çocuk, yaşadığı yerdeki en yakın maker stüdyolardan birine kaydolacak. Burada kodlamayı öğrenecek. Kendi programlarını yazacak. Yazdığı programları 3 boyutlu yazıcılar, Netdunio, Arduino gibi basit elektronik devreleri kullanarak gerçeğe dönüştürecek. Bu alandaki başarısını meslek liselerinde ve üniversitede devam ettirerek hem sevdiği işi yapacak, hem mesleğine yeni yaklaşımlar kazandıracak, hem de ülke ekonomisine çıktısı yüksek markalar kazandıracak.

Bunların hiç biri hayal değil. Bugünün teknolojilerinin mucitlerinin küçücük bodrumlarda ve garajlarda ilk icatlarını gerçekleştirdiğini ve kendilerini buralarda yetiştirdiğini düşünürsek, daha donanımlı olan bu stüdyo ve kulüplerde çok daha güzel işler başaracak çocuklar neden yetiştirmeyelim?



Çocuklarımız, günü birlik politikalar, maddi kaygılar ve ideolojik saplantılarla heba edilmemelidir. Eğitim, siyaset üstü bir alan olarak kalmalı. Dershaneler ise ya geleneksel çarkta maddi açlıklarını tatmin edecek, ya da bu ülkenin geleceğinde pay sahibi olmak için tüm donanımıyla elini taşın altına koyacaktır
Bekleyip, göreceğiz…

13 Temmuz 2015 Pazartesi

Çocuk Okuldan Niye Sıkılır?

Hiçbir sağlık sorunu olmadığı halde okul saati geldiğinde mızmız eden, karın ağrısı çeken ve hatta kusan çocukların okul korkusundan dolayı böyle davrandığı bir gerçektir.
Okul korkusu en fazla ana sınıfı ve birinci sınıfta görülmesine rağmen, "okuldan sıkılma" hissi ilkokuldan yüksek öğrenime kadar her aşamada görülebilmektedir. Bu iki problemin altında yatan nedenler, yaş grubuna ve okul ortamına göre dikkatli bir şekilde araştırılmalıdır. Çözümler ise her çocuğun problemine özel olmalıdır.
Bu yazımızda okul korkusundan ziyade "okuldan sıkılma" üzerinde duracağız.
Bir çocuk okuldan niye sıkılır? sorusunu kendi öğrencilik hayatımızdan edindiğimiz tecrübelerle yanıtlamaya çalışalım.


1-Okulun gerçek hayatta bir karşılığının olmadığını düşünüp, öğrenilenlerin anlamsız geldiğini hissettiğimiz için sıkılırız.

2-Evde bir dediğimizi iki etmeyen ailemizin üzerimize inşa ettiği krallığın, okulda bir öneminin olmadığını, aslında herkesle aynı olduğumuz gerçeğinin farkına vardığımız için sıkılırız.

3- Başarmanın tadından çok, başarısızlığın incinmişliğini tattığımız ve hayatımızın geri kalanının da böyle devam edeceği endişesine sürüklendiğimiz için sıkılırız.

4-Ailemizden uzakta, bizim için yabancı olan bir ortamda, yardıma ihtiyacımız olduğunda, ailemizin imdadımıza yetişemeyeceği, okuldaki kavgacı çocukların ve sert öğretmenlerin bize zarar vereceği korkusuyla, kendimizi güvende hissetmediğimiz için sıkılırız.

5- Arkadaşlarımız tarafından dışlanıp,  hor görüldüğümüz için, faaliyetlere dahil edilmeden her şeyi uzaktan seyretme ezikliğini yasadığımız için sıkılırız.

6- Öğretmenimizin sayfalarca verdiği ama kontrol etmediği, bitmek tükenmek bilmeyen ödevlerden dolayı sıkılırız.

7-Evimizin küçük prensi-prensesi olarak üzerimizde hiç bir sorumluluk yokken, okulda yüklenen sorumluluklar ağır geldiği için sıkılırız.

8- Çevremizdeki her şey hızla değişirken, derslerin, öğretmenlerin, idarecilerin ve okulun hiç değişmemesi ve tekdüze bir okul hayatı dayatıldığı için sıkılırız.

9- Dışarıda gürül gürül akan hareketli bir dünyaya rağmen, oynama, koşma, konuşma, önüne dön, kıpırdama gibi komutlarla şekillenen hareketsiz bir atmosferde daraldığımız için sıkılırız.

Sebepleri daha fazla çeşitlendirmek mümkün. Sorunu iyi tanımlamak, çözümü de isabetli kılar. Bu noktada aile, öğretmen ve okul yönetimi sürece fiilen katılarak işbirliği yapmalıdır. Genel anlamda şu yaklaşımlar bu tutumun değişmesine etki edebilecektir.

1- Çocuklara evde verilen küçük sorumluluklar, okula, öğretmene ve eğitime karşı oluşturulan olumlu hava ve güven hissi, arkadaşlarıyla geçireceği güzel vakitlere ilişkin cezbedici konuşmalar, ailenin katkı sunabileceği hususlardır.

2- Öğretmenin sınıftaki adil ve eşit yaklaşımı, sevecen ve hoşgörülü tavrı, mizahi yeteneği, zenginleştirilmiş öğrenme ortamı oluşturma gayreti, iş birliğine izin verme ve diyalogları iyi yönetme becerisi, başarıyı tattırma ve güdüleme azmi, kontrol edebileceği ve amaca hizmet eden etkili görevler verebilme alışkanlığı ve aile ile kuracağı güçlü iletişim çözümün en önemli ayağıdır.

3- Okulda demokratik ve güvenli bir ortamın sağlanması, oyun alanlarının artırılması, sosyal ve kültürel oluşumlara zemin hazırlanması, çocukların ve ailelerin okul  yönetimine katılması, her çocuğa özel olduğunu hissettirecek bireysel yaklaşım ve değerli kılma politikaları okul yönetiminin üzerinde çalışması gereken hususlardır.

Okul, tüm bileşenleriyle dört duvarın ötesine geçebildiği ölçüde var olacaktır. Bahçe kapısında biten okul öğrencisine ve sosyal çevresine hiç bir şey veremez. Okul, kurum kültürü ve sürdürülebilir eğitim çıktılarıyla öğrencilerine aidiyet, çevresine sosyal sorumluluk ve sahiplenme hissi vermelidir.  

Çocuklarımızın severek, arzulayarak öğrenime katılmalarının sağlanması için bu hususlarda kişisel ve kurumsal yenilenmeye daha fazla önem vermeliyiz.